Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Akşam Oldu, Asker Şehirden Ayrılmadı

Aşağa gitmek

Akşam Oldu, Asker Şehirden Ayrılmadı Empty Akşam Oldu, Asker Şehirden Ayrılmadı

Mesaj tarafından Oyhan Hasan Bıldırki Paz 28 Kas. 2010 - 7:08

Akşam Oldu, Asker Şehirden Ayrılmadı Nenem_11
Akşam oldu, asker şehirden ayrılmadı. Güneşin kavuşmasıyla birlikte, şehrin bütün hoparlöründen, sokağa çıkma yasağının başladığı duyuruldu. Uyulacak esaslar, yapılmaması gereken işler anlatıldı. Buna rağmen, şehri üç dört yerinden bölen küçük ırmakların kuytu kenarları, kuru alanları hareketlendi. Çocuklukla körpelik arasındakiler, çuval çuval, paket paket kitap, dergi, gazete, bildiri gibi şeyleri taşıdılar, ateşe verdiler. Korku dağları sarmıştı. Ne olur, ne olmaz endişesine kapılanlar bile, iyidir, kötüdür demeden, evlerinde hiçbir yazılı eser bırakmadılar. Belki bu arada başka şeyler de gizlenip saklandı. Toprağa gömüldü.
Konulan yasak, birçoklarının hoşuna gitmedi. Besbelli, yarım kalan yorumlarının bitmediğine kızdılar. Belki, hürriyetin değerini yeni yeni anlamaya başladılar. Öyledir, birçok şeyin değeri, onları kaybedince anlaşılır. Yüz yüze, burun buruna olduğumuz anlar, nice şeyleri, güzellik olsun, çirkinlik olsun fark edemeyiz. Elden avuçtan uçunca da, hayıflanır, öfkelenir, kin duyarız. Şöyle yapsaydık, şu şekilde davransaydık diye düşünür, ölçüp biçeriz.
Ne fayda?
Aslında böyle zamanlarda yapılacak en güzel iş, her şeyin üstüne bir sünger çekmek, buz gibi soğuk su içmektir. Unutmak için mi? Hayır! Serinlemek, daha iyi değerlendirmek, yeniden aynı hatalara düşmemek için! Eden bulur, eken biçer derler.
Ne ekmeli mi, diyorsunuz?
Güzeli, iyiyi, faydalıyı derim. Bu üçlemeye dayalı tohumları, bir güzelce korumalı, büyütmeli, çoğaltmalıyız değil mi? O zaman, karanlık gecelerimizi süsleyen aydınlık çiçekleri, mutluluk saçar, hepimize göz kırparlar. Üzüntüler, kinler, arkadan vurmalar biter. Her yer neşe, sevgi ve dostluk türküleriyle çın çın öter. Hürriyeti doya doya yaşar, mutlulukları pay­laşırız değil mi?
Karakolda askerler, odanın aksak yetkilisini sıkıştırdılar.
- Nerde Özgür? Hangi delikte gizleniyor? dediler.
- Olaya katılan yabancılar kim?
- Sizi, bu işe kışkırtan oldu mu?
- Arkanızda kimler var?
O gece, aşağıda ve yukarıda bazı evlere baskın verildi. Olaylara katıldıkları bilinenlerle, katılabileceği düşünülenler, genç ihtiyar, kadın erkek, tek tek toplandı.
Şehrin iki delikanlısından biri olan Cihat, olayların ilk başlatıcısı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. İkinci delikanlı Özgür, bir başka bölgeye kapağı attı. Birincisi tel örgüler arasında, demir parmaklıkların arkasında ömür törpülerken, ikincisi elini kolunu sallaya sallaya dolaşmaya devam etti.
Hanife Hanım, acısını gönlüne gömdü. Çapayı, küreği omuzladı. Kadın başına, tarım işiyle günlerce uğraştı, durdu. Ağaların açıkgözleri, yatılı işçilerle anlaşma sağladıklarından, işlerini daha ucuza kapatmanın sevincini yaşadılar. Olan, gündelikçilere oldu. Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan oldular. Elleri böğründe, gözleri kapıda, dayıların kendilerini işe çağıracağı günü beklediler. Toplanma yerinden gelecek olan düdük seslerine kulak verdiler.
Tanınmış politikacıların çabaları sonucu, biraz da topal savcının yanlı davranışıyla, gözaltına alınan, tutuklanan parkalıların hemen hepsi bırakıldı. Özgür ve diğer kaçaklar için takipsizlik kararı verildi. Şehir ne üzüldü, ne sevindi. Birçoklarının arasında buz dağları oluşmaya başladı. Eskinin bütün güzellikleri, yerlerini, yeni günlerin sevimsizliklerine bıraktı. Gülen çehreler, asıldı. Konuşan ağızları, bıçak açmaz oldu. Ortalıkta parkalıların borusu eskisi gibi ötmüyordu ama, hemen bütün şehirlinin yüreğinde genel bir korku vardı. Bu korku, havayı ağırlaştırdı. Şehirli, birbirine selâm vermez oldu. Kırılan kalplerdeki yara, büyüdükçe büyüdü. Katmerleşti, kabuk bağladı.
Geç iyileşen, uzun zaman komada kalan Orhan Bey, hastaneden taburcu edildi. Teşekkür için Cihat’lara uğradı. Çağırdı, sesine karşılık alamadı. Ağustos güneşinin iyice olgunlaştırdığı incirlere imrendi. Sokağa açılan avlu kapıyı yumrukladı. İçeriden, hiçbir ses gelmedi. Dövülen, çalınan kapı seslerini duyan Şükriye Hanım, kendi kapısından başını uzattı, sordu;
- Kimi aradın oğul?
- Hanife Hanımlar yok mu?
- Aaa, dur bakayım! Orhan! Sen misin oğul?
- Evet!
- Çıkaramadım hemen! Bizimkisi ihtiyarlık işte. Ne yaparsın? Geçmiş olsun!
- Sağ ol!
- Niçin aramıştın Hanife Hanım’ı?
- Cihat’a teşekkür edecek, Hanife Hanım’ın ellerini öpecektim. Böylesine fedakâr, sevgi dolu bir yürek taşıyan oğulu, her ana doğurmaz da.
- Ah, ah!
- Ne oldu, hanım teyze?
- Umarım, haberin yok! Cihat hapiste.
- Hapiste mi?
- Hapiste ya! Neredeyse iki ay oluyor. Hanife Hanım, o günden beri tarlayla evi arasında mekik dokuyor. Pamuğun çapası, suyu hep ona kaldı.
- Vah, vah! Üzüldüm. Bir zahmet kendisine benim geldiğimi, teşekkür ettiğimi söyler misiniz?
- Elbette söylerim, oğul!
Orhan Bey, üzüntülü, ağır adımlarla aşağıya indi. Dem Çayhanesi’ne gitti. Tente gölgesine oturdu. Gelen çayını yudumlarken düşündü. Aklından neler gelip geçmedi ki? Yüreğindeki sıkıntı, sanki onu, çağlar ötesine çekip alıyor, sonunda, yaşamanın anlamsızlığı düşüncesine getiriyordu.
Öyle ya! Yaşamak, bizi bir amaca götürmedikten sonra neye yarar? Ot, böcek, kurt, kuş gibi sadece yaşamış olmak için yaşamak, biz insanların işi olmamalı. Bütün yollarımızın sonu, bir yere varmalı, bir amacın etrafında halkalanmalıdır. Yalnız, yanlış ata oynamaktan da kaçınmalıyız. Amaç doğru seçilirse, yaşamak güzelleşir, yüce bir değer kazanır. Yanlışa kapıldığımız an, şerefsizleşir, çirkinleşir.
Aramızda bir yanılan, yanlışa koşan var. Ama kim? Bu vuruşan gençler mi? Onları vuruşturanlar mı? Yoksa... Yoksa devlet mi? Hangi devlet? Ortada devlet mi var? Var olan, ağırlığını duyurmaz mı? Bunca kan akıtılır, vatan topraklarının her köşesi yangın yerine çevrilirken, ayrılıklar büyür, kalleş bir korkunun soluklarını yakınımızda, can evimizde duyarken, susan, ortalıkta gözükmeyen, herkes kendi göbeğini kendi kessin havasında olan devlete, devlet mi denir? Vuruşan gençlerin paylaşamadıkları nedir? Onları vuruşturanlar ne istiyorlar? Bu ölümler, yıkımlar ne zaman sona erecek? Fırtınalar, kasırgalar ne zaman kesilecek? Devlet, babalığını ne zaman hatırlayacak? Ne zaman hepimize arka çıkacak, paylayıp azarlayacak? Herkese, doğru amacı gösterecek?
Biz, bu işi yapamıyoruz, kıvıramıyoruz, belli. Gençlere, Türklüklerini hatırlatıyorsun, karşılığında hemen suçlanıyorsun! Vatan, millet neymiş diyorsun, yine suçlanıyorsun! Atalarını sev, say, onlara saygı duy diyorsun, karalanıyorsun! Yabancı büyüklerin posterlerini, meydan meydan taşıtıyorsun, sevilmiyorsun! İki arada, bir derede kalan, sıkışan gençler; vuruşmasınlar da, ne yapsın? İki dilli hâle getirdiğimiz, iman ve inançsızlık tezadına düşürdüğümüz bu gençlerden, iyiyi, güzeli, doğruyu, sevgiyi, nasıl olur da, bekleyebiliriz? Devletin görevi, tarafsız hakemler gibi faullerde düdük çalmak, hatalı olanı oyun dışı bırakmak mıdır? Bayrağı sevmek, başlatılan yangına karşı durmak, söndürmeye gönüllü olarak katılmak, suç mudur?
Hayır, hayır!
Bir yolunu bulmalı, herkesin ayağını yere sağlam bastırmalı, vatanı sevdirmeli, kişileri birbirine yaklaştırmalıyız. Sonrası toz, duman. Kargaşa! Bunu, güzelce bellemeliyiz.
Tam bu sırada Sefer çıkageldi.
- Hangi denizde gemilerini batırdın? Dalgınsın ya, hocam! dedi.
- Ooo, Sefer! Gel, buyur! Otur şöyle.
- Oturma desen de, oturacağım. Geçmiş olsun.
- Sağ ol!
- Çayları ikiletelim mi?
- Olur!
Demlice çaylar geldi. Yudum yudum içildi.
- Ne var, ne yok Sefer? Nasılsın bakalım?
- İyi diyelim, iyi olalım.
- Öyle, öyle! Yalnız, ilk sorum askıda kaldı.
- Biliyorum.
- Peki, niye cevaplamadın?
- Uzun sürecek gibi de.
- Uzun mu?
- Uzun! Vaktin var mı, iki beşlik bozabilir miyiz?
- Bizde vakit, kumdan çok. Kaygılanma sen.
- Kaygılandığımız yok.
- Eee, ne duruyorsun?
- Sözün ucunu yakalamak istiyorum. Nereden başlayayım, diyorum. Biliyorsun. Ben sıkıntıya gelemem. Sıkıldıkça, patlayacak gibi olurum.
- Yüreğini geniş tut.
- Bizde yürek mi kaldı?
- Neden?
- Neden olacak? Yüreğimizin gücünü, bileğimize döktük. Suçlandık. Tutuklandık.
- Ya? Ne zaman?
- Çapa olaylarından canım. Epey içerde yattık. Birkaç gün oluyor, dışardayım. Lâkin, aklım içerde. Cihat’a yanıyorum. Bir çaresine bakmalı, onu damdan kurtarmalıyız... Yok yere içerde yatıyor, paslanıyor.
- Bu konu, benim de aklımda. Fakat, tutuklanma sebebini, işin ayrıntılarını bilmiyorum.
- Dilimin döndüğünce anlatırım.
- Anlat. Dinliyorum.
Sefer anlattı. Anlatılanları dinledikçe, yapılması gerekenler Orhan Bey’in kafasında şekillendi. Ufukta, bir ümit ışığıdır, belirdi. Savcıya göre, olayların her safhasında Cihat vardı. Hâlbuki Cihat, ilk günün akşamından sabahına, hatta ikinci günün tamamında bütün zamanını, hastanede, Orhan Bey’in yanında geçirmiş, olayların uzağında kalmıştı.
- Mahkeme ne zaman?
- Eylül başlarında.
- Öyleyse, hemen kolları sıvamalı, işe koyulmalıyız.
Sonraki günlerde kâğıtları hazırladılar. Gerekli itirazları yaptılar. Beklediler. Bu arada Hanife Hanım’ın ziyaretine gittiler, gönlünü aldılar. Yorgunluk ve ummadığı acıların doruğunda yaşayan Hanife Hanım, oğlu için yapılanları duyunca, ümitlendi. Eski suskun durumu gitti. Sanki, bütün yorgunlukları diner gibi oldu. Acıları hafifledi. Yüreciğinde dal dal, ümit filizleri yeşermeye başladı.
Orhan Bey’le Sefer, bir ziyaret günü Cihat’a gittiler. Ona da durumu anlattılar. Kendisini arayışlarından memnun olan Cihat;
- Beni sevindirdiniz, dedi, yalnız bu soğuk duvarlar, şu paslı parmaklıklar en güzel günlerimi yedi, bitirdi. Kendim için değil, anam için üzüldüm. Kendimi, ona çektirdiğim acılar yüzünden affedemem. Bayrağımıza, toprağımıza, inancımıza sahip çıktık. Devletimizi arkamızda görmek istedik. Tutuklandık. Boş yere, en güzel günlerimizi yaktılar. Ama şimdi akıllandım. Bir daha mı? Tövbe! Kötülere set olmak ha? Herkesin ağzında bunun karşılığı, kendini devletin yerine koymaktır. Sizi bilmem ama, ben, bir daha bu gibi işlerde yokum. Hoş, kimseye set bile olmadım ama, her şeyin başlatıcısı olmak suçuyla tutuklandım. Anam benim! Haklıymış!
- Peki, dedi Orhan Bey, aslında seni anlıyorum. Fakat bir şeyi de anlamanı istiyorum. Devletin sustuğu, yıkılmaya yüz tuttuğu anlar, ortaya çıkmayalım mı? ******, Samsun’a böy­lesi bir zamanda, susan devleti konuşturmak için ayak basmadı mı? Düşün bir kere: O, böyle yapmasaydı, geri dursaydı, şimdi ne olurdu? Ne olurdu, ha?
- Doğru. Lâkin anlayan kim?
- Bırak anlamasınlar. Bayrağımız dalgalansın, bize yeter. Bundan büyük saadet olur mu?
Mahkeme başladı. Savcı, yapılan itirazları değerlendirmek için, davanın bir başka güne ertelenmesini istedi. Kabul edildi. Eylülün on ikisi, son duruşma günü olarak kararlaştırıldı.
Özgür, kaybolan gücünü yeniden toparlamaya çalıştı. Artık, mağarada toplanıyorlar, yeni yeni plânlar hazırlıyorlar, şehre mehre inmiyorlardı. Ne var ki Özgür, bütün bu hazırlıkları sürdürmeye çalışırken, Arif’ten de şüpheleniyor, onu, zor duruma düşürecek görevlere itiyordu.
Böyle bir görevi tartışmaya başladılar. Özgür’e göre, duruşma sırasında, kendileri için ipuçları verecek olan Cihat ya da şahidi Orhan Bey’den biri, ne pahasına olursa olsun, vurulacaktı. Bu tehlikeli görevin başarılması, onları da eski günlerine kavuşturur, şehirli pusar, siner, kızıl güneşin doğmasını çabuklaştırırdı.
Özgür’ün isteği üzerine, işin yerine getirilmesi için Arif görevlendirildi. Mahkemeden önceki akşamüzeri, üç beş parkalı, mağaradan çıktılar, şehre indiler. Hepsinin üzeri doluydu. Su depolarının yanına yaklaşırken, Özgür’le Arif takıştılar. İri iri, sert sert konuştular. Verip veriştirdiler. Esip yağdılar. Hava gerginleşti. Tutuşmak, yanmak için, bir kıvılcımın çakması gerekiyordu. Diğer parkalılar, belki de şaka yapmak veya gizli amaçlarını gerçekleştirmek için, yangına körükle gittiler.
Ardı ardına duyulan silâh sesleri; “Yandım anam!” haykırışıyla bölündü. Parkalılar sağa sola kaçıştılar. Özgür, silâhını attı, tabana kuvvet mağaraya çıktı.
Yanan, Arif’ti!
Şehirliden bazıları, olay yerine koştu. Yerde, boylu boyunca uzanmış, şurasında burasında kızıl güller açmış olan Arif’i gördüler. Beriki, son nefesini alıp veriyor;
- Özgür! Ah, Özgür! diyordu. Yaktın beni.
Akşam oldu. Sokaklardan, meydanlardan, kahvelerden el ayak çekildi. Şehirli, arkasızlık sancısını çekmeye başlamış, yeniden korku dolu bir zamana dönmüştü.
Evlerine çekilenler; hem bacayı, hem kapıyı sıkıca kapadılar. Kalın, ışık geçirmez perdelerini örttüler. İç karartan haberleri dinlediler. Hükümetin aldığı son tedbirlere kulak verdiler. Ortakların bir ayağı olan büyük partinin içişleri bakanı, muhalefetteki büyük partiye, ne pahasına olursa olsun, memleketin teslim edilmeyeceğini söylüyordu.
Şehirlinin yüreği daraldı, gözü korktu.
Daralan yüreklerinin acısını bastırmak, korkularını unutmak için olsa gerek, erkenden yattılar, olanca güçleriyle kendilerini uykuya verdiler.
Artık ok yaydan çıkmış, bıçak kemiğe dayanmıştı.
Kara gece, çöktükçe çöktü.
Askerler, bütün gece uyumadı. Şafak öncesi kışlalarından çıktılar.
Yürüdüler, yürüdüler!
Sabah oldu.
Güzelim güneş doğdu.
Şehrin bütün yolları tutuldu.
Sokağa çıkma yasağı başlatıldı.
Güzelim güneş doğdu.
Sabah oldu!
15 Nisan 1982

Oyhan Hasan Bıldırki


Oyhan Hasan Bıldırki
Oyhan Hasan Bıldırki
Admin

Mesaj Sayısı : 173
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 76
Nerden : Türkiye

http://gokkusaklari.wordpress.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz