Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Kalabalığın Arasından Sıyrılmak

Aşağa gitmek

Kalabalığın Arasından Sıyrılmak Empty Kalabalığın Arasından Sıyrılmak

Mesaj tarafından Oyhan Hasan Bıldırki Perş. 7 Haz. 2012 - 21:26

    Şenpazar Gürleyik Şelalesi Gürleyik, Şenpazar

     Hıdırellez bugün... Pınarbaşı’na doğru bir akın var. Yedisinden yetmişine, bütün halk oraya gidiyor. Mayıs sabahının erken saatlerinde başladı akın. Arabalar, faytonlar da katılmıyor değil bu akına.
     Her taraf koyu yeşil... Binlerce çiçek açmış. Kokusunu yudumluyor insanlar, ciğerlerine çekiyor derin derin... Bir kalabalık, bir gürültü. Herkes kendi dalgasında. Kimse, kimsenin ne yaptığını merak bile etmiyor.
     Kalabalığın içinden iki gence takılıyor gözlerim. İzliyorum onları. Sarışın, geniş omuzlu bir erkek ve siyah saçlı, pembe bluzlu güzel bir kız. Besbelli, gelecekleri üzerine bir şeyler konuşuyorlar.
     Kültür Park’a doğru gittiler. Dereye bakan bir yere oturdular. Genç kız heyecanlıydı. Nedense şimdi, konuşmuyordular. Susuk, susuktu gözleri. Yüzlerinde birbirlerini seven, belki de az sonra kırabilecek olan insanların ifadesi vardı. Kız, zengin görünümlüydü. Üstündeki elbise, ayağındaki ayakkabıları bugüne özeldi. Ama oğlanınkiler öyle değil. Olsun varsındı, seviyordular ya birbirlerini. İşte bu, her ikisine de yetip artardı.
     Teoman -gencin ismiydi bu- gözlerini kaldırdı, kızın gözlerinin içine baktı. Orada yaşadıkları hayattan bir iz, aşklarından da bir parıltı arıyordu. Baktıkça baktı, aradıklarını bulamadı. Genç kızın burnu havadaydı. Gerçekten değil, bazı ufak tefek çıkarlarını elde edebilmek için seviyordu genci. Maymun iştahlı olduğundan, gördüğü her yakışıklı gence takılır, Teoman’ı ağlatırdı. Ne yapsın? Teomandı bu, genç kızı her şeyden, havadaki nemden bile kıskanıyordu.
     Teoman, birazcık da anlayış bekliyordu ondan. Gururunu yenmesini, insanlar arasında eşitlik denilen bir şeyin bulunduğunu da anlamasını. Ve biraz daha Teoman’a değer vermesini. Ne de olsa Teoman, kendi çapında bir hikâyeciydi. Onun için, nice hikâyeler yazmıştı. “Yitik Ufuklar”, bunun dipdiri örneğiydi.
     Teoman, kızın gözlerine daldı.
     Genç kız, anlamak istermiş gibi sordu:
     - Teo! Niye yoruyorsun kendini bu hikâyelerle?
     Yormak mı? Bilâkis. Bunu da nereden çıkarıyordu Allah’ım? O hikâyeler; Teoman’ın sevgilisiydiler, dostu ve aşkıydılar.
     - Yormak mı? Benim iç dünyam, sırdaşım onlar.
     Kız, zalimce güldü:
     - Hadi canım! İç dünyam, sırdaşım... Bunlar da ne demek Teo? Tuhafsın vallahi...
     Tuhaf! Teoman tuhaftı ha? Niye bu burnu büyük kız, Teoman’a değer vermiyordu? Belki de böyle yapmakla, daha şimdiden Teoman’ı hakimiyeti altına almak istiyordu. Kendisinden bıkıp usandığı bir günün en onulmaz saatinde de;
     - “Git artık! Defol git!” diyecekti.
     İşte o zaman, zavallı Teoman yıkılacaktı, çılgına dönecekti. Kim bilir ne acılar çekecekti. Ah kızlar, sizi gidi zalimler sizi...
     Servis yapan garson geldi:
     - Emriniz bey?
     Genç kız, hemen atıldı. Bu masada hakimiyetin kendisinde olduğunu belirtmek ister gibi haykırdı.
     - Portakal... Teo’cuğum siz?
     Teoman, donuk gözlerle kıza baktı. Yüzünde kızgınlığının şafakları çakıyordu.
     - Portakal, dedi o da.
     Garson bağırdı:
     - Portakallar iki...
     Bir zaman yine konuşmadılar. Bu sırada hen ikisi de, tabiatın sesini dinliyorladı. Zaman zaman derenin şırıltısına karışan neşeli insanların haykırışları geliyordu kulaklarına.
     Kadınlı erkekli bir grup yaklaştı Teoman’ların masasına. İçlerinden çiroz yapılı olanı, kıza dik dik baktı.
     - Güzin, dedi. Sen de bizimle gelsene, eğleniriz.
     Güzin, yanındaki önemsiz biriymiş gibi, ona bakmadan, sesin sahibine elini uzattı.
     - Olur şekerim! dedi.
     - Arkadaşınla tanıştırsana bizi Güzin! Hikâyecin mi?
     Sinir kız Güzin, hiç tereddütsüz anlattı:
     - Evet, benim zavallı hikâyecim, Teoman Altay bu!
     Gruptakilerin kahkahaları yükseldi. İçlerinden biri;
     - Aman ne şeker şey, dedi. Teoman, bizimle sen de gelsene. Olur mu?
     Teoman’ın sinirleri gerilmişti. Bu zor duruma bir son vermek gerekiyordu. Bu asil insanların arasında yaşayamazdı o. Alay kahramanı da olmak istemiyordu.
      Yumruğunu masaya vurdu. Dişlerini gıcırdattı;
     - Rahat bırakın beni, gidin! dedi.
     Sanki o değilmiş gibi, daha önceden birbirleriyle izleyecekleri yol üzerinde anlaşmış olan grup, neşeli adımlarla oradan uzaklaştı. Güzin de akıp gitti onlarla. Teoman’ı yalnız bıraktı. Hikâyeci sessizce ağladı, göz yaşlarını kalbine akıttı.
     - Güzin, dedi, alacağın olsun! Bunların hesabını tek tek soracağım senden.
     Kalktı, hıdrellezin neşesini yaşayan insanların arasından sıyrıldı. Kaçtı. Bazı insanlar, niye bu kadar zalim olabiliyordu? Niye küçümsüyorlardı bazılarını? “Zavallı hikâyeci!” Aklında bu kelime yer etmişti.
     - Zavallı değilim ben, günü gelir gösteririm size de, dedi.
     Günlerce odasında kapalı kaldı. Yazı masasının başından ayrılmadı. Sanki içinde bulunduğu duvarlar bile haykırır olmuştu;
     - “Güzin! Güzin!” diye.
     Çünkü ona olan aşkını anlatmıştı bu duvarlara, odaya. Bir eser meydana getirdi. İçtenlikle yazılmış. Bir resim çizdi duvara, gözleri yok. Altına da şu satırları ekledi:
     - “Uzun yıllar seni sevdim. Seni böyle yarattım. Çünkü gözlerinde başkalarına bakan izler vardı. Hafiftin Güzin. Ama ben yine seni sevdim ve seveceğim ölüme gidinceye kadar...”
     Beklemedi, kitabını bastırdı; “Sevgiye Susamak” adını verdi ona. Şansı döndü, eseri kapışıldı. Niye kapışılmasındı? Bir gencin en içten duyguları anlatılıyordu eserde.
     Yazı masasında doğruldu. Duvardaki resme baktı.
     - Güzin, dedi, tatlı kızsın ama, ne yapalım?
     Hayatına yeni baştan düzen verdi. Evini gençleştirdi, boyattı.
     Ama, yürekte boy atan kinler, söner miydi hiç?
     İki uzun yıl, geldi geçti. Pınarbaşı, hâlâ o Pınarbaşı’ydı. Yine muhteşem bir mayıs günü. İnsanlarla dolu her yer. İğne atsan, yere düşmez bir kalabalık. Kültür Park’ta, kuytu bir köşede siyah saçlı bir kız oturuyordu. Arkasında pembe bir bluz vardı. Elindeki gazeteyi okumuyor, karıştırıyordu. Oldukça mutsuz bir görünümdeydi. Geçen zamanın değiştirdiği Güzin olmalıydı bu!
     Kendine denk bir gençle evlenmiş, geçinememişti. Belki rastık, belki sigara yüzünden, ama mutlaka erken gelmesi muhtemel bir bebek yüzünden; ayrılmaya karar vermişlerdi. Kuvvetli delil ve şahitler sayesinde boşandılar. Tam çetin ceviz çıktı genç. Güzin’e emrediyor, her yer ve durumda da onu küçümsüyordu. Ne olmuştu da hayat, çabucak tersine dönmüştü? Ne yaparsın? Kader dedikleri bu galiba?
     Birden Teoman düştü aklına.
     - Teo! Teoman nerdedir acaba şimdi?
     Bir genç kız yaklaştı ona doğru. Ağır aksak yürüyor, elinde bir şey okuyurdu. Dalmış besbelli. Geldi, sessizce Güzin’in masasına oturdu.
     Yolunacak avını bekleyen garson, atıldı.
     - Ne emrediyorsunuz Jale? dedi.
     Jale, tanınmış bir işadamının kızıydı. Uzun burunlu, çukur dudaklı, örgülü saçlarında papatya kurdeleli güzel bir kız.
     O kadar dalmıştı ki, irkildi:
     - Efendim? dedi.
     Kitabını kapattı. Garsona içeceğini bildirdi. Güzin’e de bakmaktan kendini alamadı. Bu sırada Güzin, kitabın ismini ve yazarının adını okudu. Yüzü kızarıverdi, yaptıklarına bin kere pişman oldu.
     - Affedersin Jale, dedi. Kitabınıza bakabilir miyim?
     - Hay hay efendim! Ne kadar da benziyorsunuz bu kitapta anlatılan kıza. Zalim, canavar yapılı bir kızın, zavallı gence etmedikleri kalmamış...
     Güzin, katıla katıla ağlamamak için kendini zor tuttu. Yutkundu. Jale ile çok önceden tanışıyorlardı. “Zalim, canavar yapılı bir kız!” Başkaları söylüyordu bunu ona.
     Merak atlarının telâşıyla, kendisine uzatılan kitabın sayfalarını karıştırdı. Takıldığı bazı satırları okudu:
     “... Şimdi annen geçiyor penceremin önünden! O temiz, asil yüzlü kadın. Ama sen, öyle misin?
     Kahrol, beni sen düşürdün bu duruma. Sosyetenin gül bebeği. Siz sevmekten ne anlarsınız?
     Hayat bugün sana gülüyorsa, yarın da bana gülebilir. Ben de, sevmek benim de hakkım sanıyordum, yanılmışım. Biz sevmekten payımıza düşeni alamayacak mıyız, dersin? Öyleyse, bizi kendi halimize bırakın, ne olur! Seven insanın yüreğini dağlamayın...
     Hayır, hayır!.. Şimdi yürüdüğün yolda emin adımlarla gidiyorsun ya, aslında aldanıyorsun. Mutlaka yarın benimle olmak isteyeceksin, bana geleceksin...”
     Sözün burasında Güzin, hıçkırıklarını tutamadı, ağladı. Göz yaşları arasında, başka bazı satırları daha okumaya çalıştı.
     - “Biz insan değil miyiz? Biz sevmekten nasibimizi alamayacak mıyız? Ne olur çok iyi düşünün. Bir insan olarak karar veriniz. Sevmek suç mudur? Yok suçsa, bırakın da biz ölelim gayrı. Sevgiye susamak yasaksa, haydi susmayın, hemen söyleyin: Yaşamanın ne önemi var?”
     Kitabı kapadı, göz yaşlarını sildi Güzin.
     - Ne önemi var yaşamanın? Söyler misiniz?
     Jale, olup biten, geçip giden her şeyi biliyordu. Teoman’ı da tanıyordu.
     - İşte bu noktada, yanılıyorsun Güzin! dedi. Yaşamak denilen şey oldukça tatlı. Sizi de bundan böyle büyük bir mutluluk bekliyor.
     - Hayır Jale! Ben artık, hiçbir mutluluk denizinin kıyısında bile dolaşamam. Ben mutluluk denilen şeye layık değilim. Teo’cuğumu bile anlayamadım. Ah bir yerlerden çıkıp çekip gelse de, Teo’cuğum beni affedebilse...
     Saçları gümüşlenmiş bir genç yaklaştı masaya. Yavaş yavaş, sessiz. Ellerini kaldırdı, Güzin’in omzuna koydu.
     - Güzin, dedi, seni affettim!
     Kız, boşlukta olmanın acabasını yaşayan Teoman’ın elinden kurtuldu. Koşar adım oradan uzaklaştı. Derenin şırıltıları arasında bir ses yankılandı:
     - Teoman gelme... Ben sana göre değilim. Bilmiyorsun...
     İlk şaşkınlığını atlatan Teoman da koştu kızın arkasından. Üstelik, herkesin duyacağı şekilde de haykırdı:
     - Biliyorum, biliyorum Güzin!
     Bütün gözler onlardaydı.
     Teoman sıkıştırdı, kızı tuttu. Göz yaşlarını sildi. Bağrına bastı.
     - Sevmek benim de hakkım değil mi Güzin? dedi. Sevmek hakkım değil mi?
     Hakkıydı. Daha doğrusu haklarıydı sevmek. Alkışlar arasında, hasret yükünü hafifletmek için birbirlerine sarıldılar.
     Teoman, sordu:
     - Güzin, dedi. Jale’yi anlayabildin mi?
     - Hayır!
     - Mutluluk anahtarımız o bizim. Haydi sen de elini sallasana. Bak Jale’ye...
     Güzin dönüp baktı, Jale’ye elini salladı.
     Sonra hiç beklemediler. Kalabalığın içinden sıyrılıp, çekip gittiler.
     19 Ekim 1963, Cumartesi.

     Oyhan Hasan Bıldırki

Oyhan Hasan Bıldırki
Oyhan Hasan Bıldırki
Admin

Mesaj Sayısı : 173
Kayıt tarihi : 01/01/09
Yaş : 76
Nerden : Türkiye

http://gokkusaklari.wordpress.com

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz